İntihar eden kadın yazarlar

SYLVIA PLATH
Yaşam rüzgarının önüme savurduğu şair, Sylvia Plath... Bazen öyle insanlar tanırsınız ki, alıp verdiğiniz her bir nefes anlam kazanır. İşte Sylvia da o insanlardan benim için. 
Plath'ın hayatına bir göz atalım. Alman bir babayla, Amerikalı bir annenin,1932 yılında dünyaya gelen kızlarıydı Sylvia. Disiplinli ve çalışkandı, en önemlisi de doğuştan yetenekli. Öyle ki, ilk şiirini 8 yaşında yazdı: 
"Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya,
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi,
Kafamın içinde yarattım seni galiba. "
Öğrencilik yıllarında, katılıp da kazanmadığı şiir yarışması yok denecek kadar azdı. Kendisini, her anlamda başarılı hissetmek istiyordu. Zamanının ünlü ve başarılı yazarlarıyla tanıştı. Onlarla bir arada bulunuyor olması, onlarla yarışması gerektiği anlamına geliyordu onun için. Herkesten iyi olmalıydı. Zamanla bu hırsının rahatsız edici boyutlara ulaşacağından habersizdi pek tabi...
Sylvia Plath gizdökümcü türün en önemli temsilcisidir. Birçoklarına göre Türkiye'de itiraf edebiyatı yok. İtiraf edebiyatı, kişinin kendisiyle ilgili bir durumu/olayı yazıya dökmesidir ya da travma yaratan bir olayın, yazıda yeniden sahnelenmesidir.  
Küçük yaşta babasını kaybeden Sylvia için annesinin yeri apayrıydı. Kısa ömrü içinde, annesine yazdığı üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneği değil miydi zaten? Babasıyla aralarındaki uzaklığı, ona duyduğu öfkeyi, babasının ölümü ardından yazdığı şiirlerinde de görebiliyoruz: 
"Baba, baba, seni piç,
Artık seninle işim tamamen bitti. "
Kimilerine göre, babasının erken ölüp, onu yalnız bıraktığını düşünen Sylvia, ona olan sitemini dile getirir bu dizeleriyle. Cambridge Üniversitesi'ne girdikten sonra, orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. Kısa süre sonra evlendiler. Her ikisi de şair oldukları için, birbirlerinin şiirlerini eleştiriyorlar, yazımsal kaynaklarını paylaşıyorlardı. Ted, Sylvia için çok önemliydi. Onu, hayatında eksik olan erkek figürü yerine koymuştu. Ted'in beğenisi, tercihleri, Sylvia için çok önemliydi... Annesine yazdığı bir mektupta, ''Dünya üzerindeki, dengim olabilecek tek adam.'' diye bahsediyordu Ted'den. Evliliğinden iki çocuğu oldu. Çocukları olduktan sonra Sylvia, şair kimliğinin ötesinde bir ev kadınlığı misyonu üstlendi ve bu zamanla onu rahatsız etmeye başladı...
"Çay getirecek, baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak,
Bir el var, evlenir misin, garantisi var... "

Çocukları doğduktan sonra Sylvia'nın aldatıldığını öğrenmesi, onun için büyük bir yıkım oldu. Dikkat çekecek kadar güzel olmadığını bilen ve bunu bir komplekse dönüştüren Sylvia için, eşi Ted artık bir düşmandı. Şiirlerinde, içinde kocasının da bulunduğu evini, canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetiyordu.
Sylvia, eşini affettikçe yeni bir aldatılma sorunuyla karşı karşıya geldi. Aldatılmak, erkekler tarafından yalnız kalmaya mecbur edilmek Sylvia'nın kaderiydi adeta... Önce ilk erkeği(babası) bırakıp gitmişti onu, şimdiyse yeryüzünde dengi olabilecek tek erkek... Zamanla erkeklere karşı, kendisinin de hakim olamayacağı bir nefret oluştu içinde. Yazdığı bir şiirinde, Hristiyan inancında insanların günahlarına kendisini kurban etmiş İsa'ya dahi öfkesini belirtebilecek kadar... 
Hayatı boyunca manik-depresif bozuklukla uğraştı ve yaşadıkları tarafından altından kalkılamaz bir bunalıma itildi... Ted ile evlerini ayırdılar. Sylvia çocuklarıyla birlikte kaldığı evinde huzur arayışındaydı. 
Hayatı boyunca tam üç kez intihar girişiminde bulunan Sylvia, ilk iki intiharında kurtarıldı. Ancak 11 Şubat 1963'te, son intihar girişiminde amacına ulaştı. İki çocuğu yataklarında uyurken, yanlarına kahvaltılık birer bardak süt ve bisküvi bıraktı. Ardından kapılarını kapatıp mutfağa geçti. Mutfakta fırını açıp kafasını içeri sokan Sylvia, bu şekilde intihar etti. Bir anne olarak, ardındaki çocuklarına hazırlayıp bıraktığı kahvaltının dışında, tüyler ürpertici bir detay daha mevcuttur. Çocuklarının mutfaktan dışarı çıkacak gazdan etkilenmelerini istememiş, kapılarını bantlarla kapayarak, içeri hava girişini engellemişti... 
Kendini şöyle özetler Sylvia Plath: ''Mutlu olamam, yalnızca memnun olabilirim.'' Hayatında her on yılda bir intihar girişiminde bulunan Sylvia'nın sözlerine kulak verelim: 
İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm

Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.

Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak

Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.

Bu üçüncü sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.

Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.

Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.

Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi... 
***
Birçok şiirinde ölmek istemediğini açıkça ifade eden Plath, ölerek unutulmayı değil, ölümüyle hatırlanmayı istemiş; intihar ederek, ölümü kendi tercihi olarak göstermiştir hayatında... 
"Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız. Bataklık kumu gibi tıpkı... Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim heyecanı biraz yenileyebilir ama yeterince değil. Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum. Bir zamanlar yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü... Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama doruktaki o an, o parıltı... Gelip geçiyor sürekli bir bataklık kumu, ama ben ÖLMEK İSTEMİYORUM." Plath, Temmuz 1950, Massachussets, ABD 
Yaşam rüzgârının önüme savurduğu şair, Sylvia Plath... Kadınlığımla gurur duymamı sağlayan en önemli karakter. Yazdığı her şiirinin içine bir tutam gizem, bir tutam estetik bırakabilmiş, tüyler ürpertici dizelerin sahibi...
Geçmişteki varlığın için, yaşamışlığın için sonsuz teşekkürler... 

NOT1: Şair Nilgün Marmara'nın ölümü, Sylvia PLath'la ilişkilendirilir. Nilgün Marmara, ''Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi'' isimli bir tez hazırlamış, Sylvia Plath'ın yaşam öyküsünden oldukça etkilenmiş ve otuz yaşındayken intihar etmiştir.
NOT2: Ryan Adams'ın ''Sylvia Plath'' isimli şarkısı dinlemeye değer.

 Video: Sylvia Plath, "The Tormented Poetess
Yazar: Merve Şen  [Ocak 2008]
Kaynak: http://arsiv.indigodergisi.com/arsiv/merve28.htm

VIRGINIA WOOLF

"BİR KADININ PARASI VE DE KENDİNE AİT BİR ODASI OLMALI."

"Virginia'nın dikişle arası hiç iyi değildi. İç çamaşırlarını bile çengelli iğneyle tuttururdu. Ekmek ve pasta hazırlama, portakal reçeli yapma ve bir sürü basit yemekleri pişirme konusunda da daha iyi değildi."

Bu cümleler ev işlerinde pek az yeteneği olan bir kız öğrencinin karnesinden alınma değildir. Bunlar 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olan Virginia Woolf hakkında, 1977'de yayınlanan bir biyografiden alınan cümlelerdir. Marcel Proust ve James Joyce gibi çağdaşlarının dikiş, yemek ve pasta pişirme becerisi üzerine eleştirmenler ve biyograficiler şimdiye kadar kafa patlatmamışlardır. Fakat Virginia Woolf bugüne kadar bu ölçütlere göre değerlendirilegelmiştir. Ve kendisi edebi saygınlığına rağmen, zaman zaman "Kadın olarak eksikliğinin" acısını duymuştur.

Bunun yanı sıra, Ginia Stephen daha çocukluğunda kesin kararını vermiştir. Tek isteği yazar olmaktır. Bu arzusu da kendisine hiç garip gelmez. Baba evinde -babası Leslie Stephen deneme yazan, yayımcı, biyograf ve tarihçidir- daha küçük bir kızken ünlü çağdaş yazarları tanır: Alfred Lord Tennyson, Henry James, Thomas Hardy. Ginia Stephen ve kardeşleri için bu isimler yalnızca uzaktan izlenen ünlüler değildir.

Daha sonraları şairlerin kendisi için birer "Tanrı" değil, senin benim gibi konuşan insanlar olduğunu keyifle anlatacaktır: "Tennyson örneğin, bana Tuzu ver' ya da Tereyağı için teşekkür ederim' derdi hep."

Büyük, canlı bir aile içinde korunan, güven içinde her türlü ihtiyacı karşılanan bir çocuk her şeye rağmen neden yalnızlık çeksin ki? Yedi kardeşinin dördü, anne ve babasının daha önceki evliliklerindendir. Kendisinden on iki ve on dört yaş büyük olan üvey ağabeyleri Gerald ve George, dışarıdan terbiyeli görünen delikanlılardır. Aile içinde gerçekten neler olduğunu ise Virginia Woolf yıllar sonra itiraf etmeye cesaret bulur.

"Daha küçücükken, bir defasında Gerald beni ayağa kaldırıp vücudumu ellemeye başladı. Elini elbisemin altından içeri sokup gittikçe daha derinlere ittiğinde hissettiklerimi hâlâ hatırlarım. Kasıldım, bir an önce beni bırakmasını umarken, eli cinsel organlarıma yaklaştı fakat orada durmadı. Cinsel organlarımı da elledi. İrkilip onu ittiğimi hatırlıyorum; bu boğuk ve karmaşık duygular için söylenecek doğru söz nedir? Herhalde çok kuvvetli bir duygu olmalı ki hâlâ hafızamdan çıkmıyor."

Virginia Woolf bunu neredeyse altmışında yazmıştır. Çocuk olarak kime güvenebilirdi? Niçin annesine gitmedi? Canlı, neşeli, dengeli biri olarak tanınan Julia Stepnen gerçi bu büyük ailenin odak noktasıydı, fakat öyle her şeyi düzenli ve kontrol altında tutmak zorunda olan bir kadın, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk için özel bir kişiden çok, herhalde bir kurum gibi bir şey olmalıydı.

"Çocukluğumun odak noktasında neşeyle dönen, insanlarla kaynayan, eğlenceli bir dünyanın yaratıcısı" olarak görür annesini, geriye baktığında.

Stephen ailesi yaz aylarını daima Cornwall'da geçirir. Çocuklar kriket oynar, kayalara, ağaçlara tırmanırlar. Virginia ve üç yaş büyük ablası Vanessa'nın erkek kardeşleri gibi üstlerine başlarına dikkat etmeden azmalarına aldırılmaz. Londra'daki evlerinde Stephen ailesinin çocukları kendilerine özgü bir Ev gazetesi çıkarırlar. Tabii geleceğin yazarı Virginia işin öncüsüdür. On yaşındayken uzun makaleler yazar ve büyüklerin ilk yazı denemelerini nasıl bulduklarını izler. Babasının büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktır. Fakat okula sadece Stephen ailesinin erkek çocukları gidebilir.

Thoby (Virginia'dan iki yaş büyük) ve Adrian (bir yaş küçük) "dışarı" çıkabilirler. Daha sonraları Cambridge'de öğrenim göreceklerdir. Virgina ve Vanessa evde kalır ve orada eğitilirler. Hatta öylesine eğitilirler ki, yeğeni ve biyograf Ouentin Bell, "Virginia Woolf hayatı boyunca hep (sıkıntıdan) parmaklarını saymıştır," diye yazar. Eğitim ve bilgi erkek işidir. Kadınlar bu akıllı er kekleri itaatle dinlemek ve onları pohpohlamak için vardır. Bir sürü ayrıcalıktan yararlanmalarına rağmen bu temel ilke Stephen'ın kızları için de geçerlidir. Virginia genç bir kadıh olarak yetiştirilmesi gereken ve çaresizce direndiği bu zamanı "yedi mutsuz yıl" olarak adlandırır.

Annesi öldüğünde on üç yaşındadır. O yaz Virginia ağır bir sinir hastalığına tutulur. Korkunç sesler duymakta, insanlardan korkmaktadır. Sokağa çıkmaya cesaret edemez. Kesin istirahat ve bol süt içmesini önerir ev doktoru ve çok duyarlı genç hastasına her türlü dersi yasaklar. Virginia'nın kendisini toparlaması uzun zaman alır. Sonraki mutsuz yıllarını, yetişkin biri olarak etraflıca anlatmıştır.

Kendisine ve kız kardeşi Vanessa'ya görgü kuraları öğretilmeye başlanmıştır artık. Hoplayıp zıpladıkları, hayal kurdukları, her şeye boş verdikleri dönem tamamen sona ermiştir. Kızlar toplum içine girmek zorundadır. Üvey ağabey George bu görevi severek üstlenir. Genç kızlar sadece öğleden önceleri bu Viktorya tarzı baskıdan -birkaç saatliğine- kurtulur; ressam olmak isteyen Vanessa resim dersine gittiğinde ve Virgina eve gelen öğretmenden Yunanca dersi alırken. Fakat George, babasının da onayıyla, elbiselerin ve saç tuvaletinin resim ve Yunancadan daha önemli olduğuna hükmetmiştir.

Bir keresinde, o sırada hoşuna gittiği için bir mefruşat dükkânından ucuz yeşil bir döşemelik kumaş satın alıp bundan bir gece elbisesi diktirdiğinde, George misafirlerin önünde Virginia'ya "Yukarı çık ve parçala onu!" diye bağırarak haddini bildirir. Yıllar sonra, gene bir depresyon geçirdiğinde güncesine şunları yazacaktır Virginia: "Başarısız. Evet bunu anladım. Başarısız. Başarısız. Ah, yeşil renge olan tutkuma nasıl da güldüler!" Tabii bu "yeşil renk" ile gençliğin anısı arasında bir bağ olup olmadığı belirlenememiştir.

Gerçekse, çocukken açık, uyanık ve bilinçli olan Virginia'nın, genç kız olarak kendisini ilk kez "başarısız" hissetmesidir. Hayatında sık sık ortaya çıkan kriz durumlarında, her defasında kendisi için bu sözü kullanır: "Başarısız".

Hayal kırıklığına uğrar. Toplumsal kurallara uyamaz. Salon sohbetleri ve ipek giysiler tiksindirir onu. Bir balo sırasında dans etmek yerine bir kitapla karanlık bir köşeye çekilir. Kendisine tanıştırılan genç erkekler onu hiç ilgilendirmez.

1904'te babasının ölümünden sonra ikinci bir sinir krizi geçirir. Kuşların Yunanca koro halinde ötüşlerini, Kral Edward'ın açelya çiçekleri içinde müstehcen şeyler fısıldadığını duyar. Virginia'nın gerçek yaşama dönmesi uzun zaman alır. Vanessa ve kardeşleri Thoby ve Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra'nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınır. Virginia için bu değişiklik ve yer değiştirme bir çıkış, bir kaçıştır, "Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey başka olmak zorundaydı. Her şey denendi."

Katı toplumsal kuralları ile George ve Gerald, babalarının ölümünden sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri üzerindeki etkilerini yitirirler. Onları topluma karşı dikkatli olmaya artık kimse zorlamamaktadır. Miras olarak çok para kaldığı için şanslıdırlar. Katı kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat, edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak.

Virginia Stephen'ın tüm bu gizli arzuları Bloomsbury'de yerine gelir. Hukuk okuyan erkek kardeşleri Thoby ve Adrian eve erkek arkadaşlarını getirirler. Ressam, eleştirmen, yazar, felsefeciler Stephen'larda toplanırlar. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan önce "Bloomsbury" grubu oluşur. Bundan sonraki on yıl içinde Londra'nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan arkadaş grubudur bu.

Geceler boyu süren tartışmalardan çıkan sonuca göre ortak arzuları "yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inmektir". Katıldığı bu sohbetler Virginia'yı ilerideki yazarlık hayatı bakımından önemli ölçüde etkiler. Üniversite öğrenimi kendilerine kapalı olan Virginia ve Vanessa, ilk kez mantıklarını kullanabilir ve artık yalnızca güzellikleriyle parlamak zorunda değildirler.

Vanessa 1907'de "Bloomsbury" grubundan bir arkadaşı olan Clive Bell ile evlenir. Virginia, Vanessa'nın kocasının şahsında yazarlık çalışmaları için samimi ve ciddi bir eleştirmen bulur. Fakat yeniden "başarısızlık" duyguları ortaya çıkmıştır.

"29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir 'başarısız'. Çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil," diye yazar bir depresyon anında Vanessa'ya. Yeniden bir dinlenme kürü verilir kendisine. İlk romanı Voyage Out (Dışarıya Seyahat) yayınlandığında otuz üç yaşındadır. Eleştirmenler kitabını över, zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulurlar. Fakat ancak üçüncü romanı Jacob's Room (1922) ile anlatım tekniğinin nelere yol açacağı ve kendisinin "romanı ıslah" etmekte iddialı olduğu anlaşılır.

Klasik romanın beslendiği dış olaylar onda odak noktası değildir. İç dünyayı anlatan yeni bir biçim arar. Onun için önemli olan, yazarak kendisini yerine koyduğu insanın bilinçaltı süreçlerine girmektir. Dış olayları izleyerek değil, insanın içindeki ritmi izleyerek yazar.

Picasso ve Matisse'in sanatseverleri son derece kızdırdıkları bir dönemde kahkaha ve öfke yaratmaya çalışır. "Bloomsbury" dostlarından, sürüden ayrılanın başına neler geleceğini bilmektedir. Buna rağmen "süslü püslü romanlara, aptalca biyografilere ve geveze eleştirmenlere" azimle veriştirir. Unutmamak gerek: Daha ünlü değildir, bu tür fikirlerle topluluk önüne çıkan bir kadındır. Edebiyat anlayışından uzaklaştığı için alay ve aşağılanma ile karşılaşacağını bilmektedir.

"Jacob hakkında ne söyleyecekler şimdi?" der Jacob's Room'u bitirdikten sonra günlüğünde. "Delilik, diyecekler herhalde; iç bütünlüğü olmayan bir rapsodi, ne bileyim." Yazar olarak benimsenmez ama en yüksek düzeyde tanınır. "Akıp giden yaşantıların yazarı" adını alır -ya da adından hiç söz edilmez. Ne zaman yeni bir taslağı bilirse ve yayınlatsa, her defasında korkuları daha da artar. Edebi deneylere cesaret etmesi,

Virginia Woolf'u durmadan çıldırma raddesine getirir. Bu koşulları bir yana itip kendisinin doğru bulduğu yolu izlemeye devam eder. Peki böyle bir kadın kendisini niçin durmadan başarısız hisseder, en azından hayatının belli anlarında? Otuz yaşındaki Virgina, yine Bloomsbury çevresinden yazar Leonard Woolf ile evlenir. "Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç," diye yazmıştır ona evlenmeden önce.

"Fakat beni sevme tarzın tamamen büyüleyici." Virginia Woolf, bir eş olarak... Leonard Woolf ile evlenmesi "hayatının en önemli kararıydı," diye yazar biyografi Quentin Bell. Evliliğinin ilk yıllarında Virginia'nın durumu ideal olmaktan uzaktır. Şimdi yaşadığı ruhsal bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun sürelidir. Nedeni belki de, kocası Leonard'ın birçok doktorla konuştuktan sonra evliliğin çocuksuz devamına karar vermiş olmasıdır.

Biyograflarının onun hakkında yazdıklarının hiçbir yerinde kendisinin bu konuya ilişkin bir şey söylediğine rastlanmaz. Çocukları severdi, diye bahsedilir. Onlara karşı tavrı bambaşkadır. Mizah gücü ve hayalleri çocukları korkunç şekilde etkilemiş olmalıdır. Bir gün, küçük bir kızla caddeye yürürken, "Gel, Woolworth mağazasından kocaman bir silgi alalım ve tüm romanlarımı silelim gitsin!" der.

Kız kardeşi Vanessa'nın çocuklarıyla birlikteyken, onlarla olmadık oyunlar oynar ve sürprizler yapar. Niçin onun da çocuk sahibi olmasına izin verilmez? Leonard Woolf eşinin sağlık durumundan korkmaktadır. Ayrıca, 1973 Ekim'inde The London Times gazetesinde "dağınıklık ve gürültüleriyle çocuklar onun içindeki tüm romanları öldürürlerdi," diye yazan Michael Holroyd'unki gibi düşünceler de rol oynamıştır. Dâhi kadınlar, çocuksuz olur. Bu düşüncede bugüne kadar değişen pek bir şey yoktur.

Virginia Woolf için hamilelik önemli bir konuydu. Bunu yaşamadığı için olayı başarısızlık hanesine yazmıştır. Kız arkadaşı Vita Sackville West hakkında (Vita'nın çocuklar vardı), günlüğüne onun gerçek bir kadın olduğunu, kendisinin ise asla olamadığını yazar. Virginia Woolf depresyon geçirir de sinirlerine hâkim olamazsa ne olur? Tedaviye gönderirler, zaten genç kızken de yaşamıştır bunu. Yaşadığı dönemde sinir hastası kadınlara uygulanan tedavi şekli: tecrittir. Her türlü beyinsel uğraş yasaklanır.

Çok yemek ve süt içmek, bir de "Robin'in hipotosfatını" içmek zorunda kalırlar. Virginia, Twickenhaın özel kliniğinde bir keresinde böyle bir yatıştırma kürüne maruz kalmıştır. Yeni evli bir kaçlın olarak tekrar oraya gönderilir. İyileşmemiş olarak geriye döner. Kocası tekrar gitmesinde ısrar eder. Virginia intihara kalkışır.

1941 yılında, elli dokuz yaşındayken hayatına son verdiğinde (suda boğulmuştur), aynı korkuları yaşamıştır. Ölümünden bir gün önce doktor muayene ettiğinde, "Bana dinlenme kürü vermeyeceğinize söz verir misiniz?" diye ricada bulunur. Kendisine bu konuda söz verilir. Herhalde inanmamıştır. Romanlarının birinde yapay bir tedaviye mahkûm edilmenin kendisi için ne büyük bir acı olduğunu anlatır. Mrs. Dolloway romanında (1925) doktora, "ölçülü yaşamın Tanrısı," der.

"Yatak istirahatı veriyor; dinlenme ve yalnız kalma; sessizlik ve dinlenme; dinlenme ve arkadaşlar. Kitapsız, mektupsuz, altı ay istirahat." Doktoru hakkında sürekli şöyle der: "Çıplak, savunmasız bitkin insanlar onun isteklerine uyuyorlardı. Doktor onların üstüne atlıyor, kollarıyla sarıyordu. İnsanları kapalı bir tımarhaneye gönderiyordu."

Virginia en kötü bunalımlarında bazen tüm erkeklerden nefret ettiğini haykırırdı. Kocası Leonard'ı da görmek istemediğine göre (kız kardeşi Vanessa bunu endişeyle belirtmiştir) şu tür korkuların rolü olmalıydı: Erkekler durmadan onun yaşamına müdahale edip hakkında karar veriyorlardı. Kendi başına olduğunda ise, yürekli ve macera heveslisiydi.

"Dünyayı, kimsenin aklına getiremeyeceği kadar emsalsiz, güzel ve komik bulan bir çocuk gibi gülüyordu Virginia," diye yazar Ouentin Bell ve devam eder: "A Room of One's Own adlı yapıtında onun konuştuğu duyulur." (Kendine Mahsus Bir Oda) Bu deneme, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Virginia Woolf bu yazısında kendisi için ayrı bir oda isteminde bulunur, "Eğer bir kadın hayal ürünü şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve de parası olmalıdır."

Jane Austen gibi kadın yazarlar, kendilerine ait odaları yoksa, yazdıkları taslakları aile fertlerinden, konuklardan ve evdeki hizmetçilerden saklarlar, yazdıklarını korkuyla bir kurutma kâğıdına sararlardı. "Kadınlar," der Virginia Woolf, "milyonlarca yıldan beri evde oturuyorlar. Öyle ki yaratıcı güçlerini zamanla duvarlar emiyor." Ayrıca kadınların kendi paraları olursa, kin ve acı sona erecektir diye devam eder Woolf; "erkeklerden nefret etmeme hiç gerek yok. Erkek bana acı veremez. Hiçbir erkeği okşamama gerek yok. O bana hiçbir şey veremez."

Bu bağımsızlık, yaratıcı gücü serbest bırakır. Kadınlar da, Shakespeare gibi bir yazar olabilir, "yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun."

NİLGÜN MARMARA
“Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm... Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını, geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye."
“Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”
1958’de İstanbul’da doğdu Nilgün Marmara. Kendini büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Ortaokul, lise derken geçen zamanın acıyı içine sindirmek istercesine ağır ağır ilerliyor oluşu boğmaya başlamıştı belki onu. Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için yaptığı bitirme tezi ona kırgınlıklarından kurtulmak için yol gösterici oldu. Başka seçenek var mı diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
Bitirme tezinde intiharı seçen ünlü şâir Sylvia Plath’ı inceliyordu. Şiirlerini, yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. Şiirler yazıyordu Nilgün Marmara, intihar kokan şiirler yazıyor “yaşama karşı ölüm” diyordu.
Çeşitli dergilerde yayınlıyordu şiirlerini ‘Beyaz’, ‘Deniz Atı’… Sylvia Plath’ın şairliğiyle intiharını ayrı tutmadığı ve bir bütün olarak incelediği tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”ni tamamladığında Nilgün Marmara için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin yalnızlığı ve var oluş sorunları üzerine olan bakış açısı onu fazlasıyla etkilemişti.
“Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden “mezun olmak için gerekli koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş bir tez” … Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda; şiirlerini, ölüm kavramını derinden kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”
Şiirlerinde bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu. Süregelen şiir geleneğinin dışında kendine has üslûbuyla yaşamı, ölümü irdeliyordu. Çok sevdiği şairin yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti Nilgün Marmara…
13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:

Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!

(Düşü Ne Biliyorum)

Kendinden sonra gelen edebî oluşuma izlerini bıraktı. Lale Müldür, Küçük iskender, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi. Özellikle, Ece Ayhan… Ece Ayhan için ayrı bir dünyaydı Nilgün Marmara. Onu tanıyan bütün şairler için özeldi.
Cemal Süreya’nın Zelda’sıydı. İlhan Berk’in Büyük Nilgün’ü, ama Ece Ayhan’ın intiharından sorumlu tutulduğu sıra arkadaşı olarak betimlediği sevgili Nilgün’üydü. Bugün bile A’dan Z’ye Ece Ayhan hazırlandığında neden intihara teşvik suçu yazılmamış diye haykırılan Nilgün’ü… Cezmi Ersöz bu olaya bakışını ve Ece Ayhan’ın suçlamalara tepkisini şu şekilde anlatıyor:

"Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan, şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o..."
Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti.
Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; 'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor..."
Buket Uzuner’in yazdığı günümüzün önemli eserlerinden biri olan “İki Yeşil Su Samuru” bana hep Nilgün Marmara’nın etkisinde yazılmış gibi gelmiştir. Belki kahramanının Nil olarak anılması, belki Nilgün Marmara’dan alıntılar yapılmış olması, belki de intiharı konu alıyor olmasıdır böyle düşünmeme sebep olan. Çocukluğumda okuduğum bu kitapta yer alan şu satırları hiç unutmadım:
“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!”
Ve hiç unutamadığım bir şiiri de vardı “İki Yeşil Su Samuru”nda, bu şiir Nilgün Marmara’dan okuduğum ilk şiirdi:
Unutuş bir kaynak olmalı
Yeni’yi her an’a yaymak için
Ben sana olmalıyım
Bana ben bir kaynak

Görüyorum geç, kıyım çok yakın!
Biliyorum artık mut uzaklığını
Sen yüzümü götürmüyorsun

Kendi gözünü bile!

Gerçek bilirsin, diyoruz

Düz, eğri, çapraz ya da değirmi
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin,
Sen bil ki, ben seveyim. ”
Sonuç olarak düşerken şiirini ve etkisini yanında götürmedi Nilgün Marmara. Bugün şimdi yazılmış gibi sıcak şiiri önümde ve gölgesi olacaktır benliğimde… birçoklarının benliğinde. Tezinde yer alan “Sanatsal Yaratımla İntihar Arasındaki Bağıntı: Sylvia Plath, Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratıyor?” bölümüne cevap arıyordu Nilgün Marmara. Sıkışmak ağırına gidiyordu onun, özgür olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya...

(Cam Kelepçeye Evet)

Nilgün Marmara’nın ölümünden sonra şiirleri “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988) ve “Metinler” (1990) , günlüğü; “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993) ve tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” (2006) olarak yayınlandı.
Şairin “Kırmızı Kahverengi Defter”deki biyografisi sadece “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” cümlesiyle ifade edilmiş olmasına rağmen hakkında çok şey yazıldı. /… /

Yaşamın Ucundaki Kadın: TEZER ÖZLÜ

Herkesin bir duvarı vardır, ardında kendini güvende hissettiği. Kaçarken sığındığı, bulunmak istediğinde bir adım öne çıktığı. Yaşamın ve insanların verdiği tedirginlikle, korkularıyla birlikte arkasına sığındıkları o duvar onları ne kadar korur bilinmez... Belki de bu yüzden bazıları o duvarın ardına saklanmak yerine içine hapseder kendini. Ve her yere kendisiyle birlikte taşır duvarını da. Haçını taşıyan İsa gibidir, çektiği acıyı, gelecek olan mutlulukla perdeler.
Tezer Özlü, varoluşunun herhangi bir zamanında, kendisini içine hapsettiği gizli duvarıyla birlikte yaşamın ucuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. İçindeki acıları, ruhundaki uyumsuzluğu sağaltabilmek adına yaşamın anlamını bulmaya çabalıyor. " Her gidiş, her yolculuk, kendi 'beninin' bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir." Derken, bu inişte Pavese ile birlikte Kafka ve Svevo'nun izini sürüyor. Kendisiyle ve yaşamla hesaplaşırken, onlarla da yüzleşiyor.
Yaşamın onun için tek anlamı vardır: Gitmek!
"Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı "gitmek" olarak algılıyorum."
Gitmek bazen intiharla eş anlamlıdır. Özlü, 18 yaşından itibaren kaç kez denemiştir bunu. Aklın sınırlarını zorlayarak,akıldan öte bir başka boyutun derinlerine varmak istemiştir hep. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgide gidip gelirken, kendi sınırlarının dışına taşan bu yolculukta, bir başınalığını derinden duyumsamanın keyfini de sürmüştür.
Kafka'nın, Svevo'nun mezarları başında onlarla konuşur Tezer Özlü. Pavese'nin intihar ettiği otelde, Otel Roma'nın 305 nolu odasında geçmişten kalan o ölüm ve intihar kokusunu duymak ister. O anı yaşar kendi içinde. "Orada yalnızlık, en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte." diye düşünür. Ve kitabını Pavese'nin "Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?" sorusu ile noktalar.
Tezer Özlü, 1983 yılında Almanya'da Marburg Yazın Ödülü verilen bu anlatısını "Bir İntiharın İzinde" adı altında Almanca olarak yazar. Daha sonra "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adıyla yazarı tarafından Türkçeye çevrilen bu kitap, yaşamı sorgulamasının yanısıra, " Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?" sorusuna da yanıt arar bir anlamda.
Edebiyatımızın mahsun prensesi olarak anılan Tezer Özlü, 9 Eylülde Pavese ile aynı günde doğar.Henüz küçük bir çocukken bile içinde duyduğu "gitmek" arzusuyla ablası Sezer'le birlikte dünyanın ne kadar büyük olduğunu görmek için yaşadığı kentin sonuna kadar yürür. Dünya şimdilik onun bilemeyeceği kadar büyüktür. Oysa çok yakın bir gelecekte dünyanın sadece bir "hiç" olduğunu düşünecektir Tezer.
Öğretmen bir anne ve babanın üç çocuğundan en küçüğüdür. Anadolu'da geçen bir çocukluktan sonra annesinin tayini ile İstanbul'a gelirler. İlk okuldan sonra ablası ile Avusturya Kız Lisesi St. Georg'a devam eder.Lise yıllarında okulun gönderdiği kampla Viyana'yı görür. Ertesi yıl Almanya ve Hollanda'yı. Son sınıfta okulu bırakarak Almanya'ya oradan da Paris'e geçer. Burada Adalet Ağaoğlu'nun kardeşi Güner Sümer'le tanışır ve aşık olur. Evlenirler. Oysa Tezer, aradığını bulamamıştır bu evlilikte. Ayrıca ruh sağlığı da iyice bozulmuştur. Manik-depresif tanısıyla akıl hastanesinde tedaviye alınır. Oldukça sancılı geçen bir süreç başlar böylelikle. Hastaneden çıktığında pek çok şey yitirdiğinin farkındadır.
Anılarından yola çıkarak yazdığı "Çocukluğun Soğuk Geceleri " tam bir sessiz çığlık gibidir. Burada yaşam ve ölüm olarak çıkar karşımıza. Ve şöyle der:" Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var."
Evet, öç almak istediği insanlar vardır Tezer'in. Özgürlüğünü baskı altına alarak doyasıya yaşamasına izin vermeyenleredir tepkisi. Kurallaradır. Onların küçük dünyalarınadır...Çocukluğunda acı çekmeye, farklılığını keşfetmeye başlayan Tezer'i tanırız bu kitabında.
Tezer Özlü ikinci evliliğini sinemacı Erden Kıral'la yapar.Nihayet aradığı mutluluğu yakalamıştır. Bir kızı olur. Yıllardır yazdığı ve dergilerde yayınlanan öykülerini "Eski Bahçe" adı altında toplayarak yayınlatır. 1981 de sanatçı bursu alarak kızıyla birlikte Almanya'ya gider. Artık Almanca düşünüp yazıyordur. "Bir İntiharın İzinde" yi bu arada yazarak yayınlatır.
Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim" romanından Erden Kıral'ın çektiği film, Tezer'in gayreti ile Berlin Film Festivaline sokulur ve Gümüş Ayı ödülünü alır.
Tezer Özlü yaşadığı bu uzak kentte yeniden aşık olacaktır. Kendinden on yaş genç olan Hans Peter Martin'le evlenmek için Erden'den ayrılması hayli sorunlu olur. Evlilik içinse Türkiye'de akıl almaz bürokratik engeller çıkar. Sonunda İsviçre'de evlenir sevdiği adamla.
Bir sabah göğsünde yumrular fark ettiğinde artık çok fazla vakti kalmamıştır Tezer'in. Oysa henüz çok gençtir ve yazacak çok şeyleri vardır önünde. Belki de yaşanacak başka aşklar, gidilecek başka kentler vardır...
25 Şubat 1986 da Aşiyan'da toprağa verildiğinde 43 yaşındadır. Ve yaşam, Pavese'nin dediği gibi, yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız bir hiçtir...
* Yaşamın Ucuna Yolculuk / Tezer Özlü / YKY
*Çocukluğun Soğuk Geceleri / Tezer Özlü / YKY
" Bir Yazarın İzini Sürmek / Ali Abaday K Dergisi s.53

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder