21 Ocak 2015 Çarşamba

Oğlak’ın diğer adı Poe

E.M. Forster’ın otobiyografik özellikler taşıyan romanının kahramanı Maurice tam bir Oğlak’tır. Başta yerleşik değer yargılarına sonuna kadar güvenmeye eğilimlidir, sonra Clive Durham’ın aşkıyla yavaş yavaş değişir. Ama değişimi kesin olur. Olsa olsa İkizler ya da Terazi olabilecek Clive’ın tersine küçük duygusal gösterilere, histeri krizlerine yol açan fikir değiştirmeleri yoktur. Zaten Maurice böyle şeyleri iyileştirilmesi gereken birer rahatsızlık gibi görür. Öyle parlak cümleler ve söylevler de yoktur hayatında, açık ve dolambaçsızdır. İlişkisini sonuna dek kurtarmaya çalışır ama bitti mi de biter. Mutsuz olduğu, kendini kimsesiz hissettiği –bir Oğlak için mutsuzluğun tanımı kendini kimsesiz hissetmektir– zamanlarda da yıkılmaz, kendini disiplinle işine gücüne verir, hatta yetmez, yeni alışkanlıklar edinir. Oldukça efendice alışkanlıklar hem de. Forster şöyle der: “İngilizler hissetmedikleri için değil, hissetmekten korktukları için böyledirler.” Burada küçük bir düzeltmeye ya da eklemeye ihtiyaç var, İngilizler değil, Oğlaklar…
Maurice, Oğlak’tır. Zaten yazarı Forster da Oğlak’tır ve kaleme kâğıda sarıldığında üç tip insanı anlattığını söylemiştir: olduğunu sandığı kişiyi, kendini sinir edenleri ve yerlerinde olmak isteyeceği kişileri. Doğrudur. Çünkü aslında Oğlak diye biri yoktur, Oğlak diye bir proje vardır ve Oğlak, olmak istediği kişiye giden yoldaki henüz tamamlanmamış şimdiki kendisidir. Rahatsızlıkla peşinden sürükler kendisini. Henry Miller bu konuya şöyle açıklık getirir: “(Sirkten) çıktığımızda serseme dönmüşüzdür, dünyanın günübirlik yüzünü görünce hüzünlenir, ürkeriz. Ama o günübirlik dünya, bize bildik gelen dünya, bize bildik gelen tek dünyadır. Tıpkı soytarı gibi biz de aynı hareketleri tekrarlarız; durmadan birşeylere öykünür, durmadan önemli olayı erteleriz. Doğmaya çabalaya çabalaya ölürüz… Hep bir oluşma süreci içindeyizdir.”
Bir de diğer insanlar vardır. Onlar da zaten Oğlak’ın en iyi ihtimalle sinirlerini bozanlardır. Oğlak’ın huyu böyledir. Aslında Oğlak’ın sinirleri genellikle bozuktur. Sinirleri bozuk olduğu için en büyük kâbusları yaratmakta ustalaşır, durum denk geldiğinde adını Edgar Allan Poe olarak değiştirir ve tüm insanlığa kasvetin büyüsünü, lezzetini tanıtır. Bu Oğlak’ın karanlık yanıdır, ruhsal krizlere, uyuşturucu ve alkol bağımlılığına da yatkındır bu yüzden. Ama bunu dile getirirken dramatik konuşmaz, “Memleketim ve ailemle ilgili söyleyecek pek bir şeyim yok. Kötü adetler ve uzun yıllar beni birinden uzaklaştırdı, ötekine de yabancılaştırdı. Miras kalan zenginlik sıradan olmayan bir eğitim yapmamı olanaklı kıldı…” gibisinden ayakları yere basan sözcüklerle girer lafa. Oğlak dünyevi bir burçtur da ondan. Kendine değerler atfetmektense değerlerini açıklığa kavuşturmayı ister. Hayat onu binbir çeşit zorlukla sınamadan rahat bırakmaz. Rahat bıraktığında da Oğlak geçmişin acılarından bir kişilik edinmiştir bile. Onlardan kopamaz. Rudyard Kipling sözgelimi çocukluğunda geçirdiği acı okul deneyimlerinden sonra bir ömür uykusuzluk çekmiştir. Üstelik ünlü şiirlerinden birinde de “Unutmayalım diye! Unutmayalım diye!” ısrarı sürdürür.
Ama Oğlak yine de yıkılmaz. Acı çekmediğinden değil, bir Oğlak olduğu için yıkılmayı sosyal terbiyesine yakıştıramadığından. Tüm dünya yıkılsa bir tek Oğlak’ların ayakta kalacakları söylenir. Büyük olasılıkla doğrudur ama eksiktir, Oğlaklar dünya yıkıldığında ayakta kalmakla yetinmez onu yeniden kurarlar. Bunun için korkunun ve kabusun ustası gibi bilimkurgunun, fantezi edebiyatın, New Age akımların önde gelen ustaları, Isaac Asimov, J.R.R. Tolkien, Carlos Castenada hep Oğlak’tır. Tolkien’in kitabını başta oğlunu eğlendirmek için yazmaya başladığı söylenir. Doğrudur, Oğlak ailesine düşkündür. Ama mesele bundan ibaret değildir, Oğlak herşeyi ciddiye alır, abartarak ciddiye alır. Onun için de Yüzüklerin Efendisi basit bir aile içi mesele olmaktan çıkmıştır. Asimov ise değişimden yakınmaz, insanların ve alışkanlıklarının çağa ayak uyduracak kadar hızlı değişmeme olasılığından yakınır. Ve en çok hayatının alt üst olmasından çekinir.
Çekindiği için de yalnızdır genellikle. İnsanları sevmediğinden değil, onları uzaktan daha iyi sevebildiğinden. Hem bu ona efsaneye dönüşme imkânı da verir. Castenada’nın kitapları yüzbinlerce satmış, onlarca dile çevrilmişti ama öldüğünde yalnızdı. Küçük bir haber olarak yer aldı ölümü gazetelerde ve dergilerde ama hâlâ birçokları için efsane olmayı sürdürüyor.
Salinger da. Yıllardır insan içine çıktığı yok ama mitolojik bir kahramana dönüşmüş durumda. Üstelik Salinger’ın Oğlaklığı bu kadarla da kalmaz. Kitaplarında mutluluk ile hüzün içiçe geçmiştir. (Bir Oğlak için mutluluk kadar hüzün verici, hüzün kadar da mutluluk verici çok az şey vardır.)
İnsanın gerçek ülkesinin çocukluk ve ilkgençlik olduğuna inanır, aşağı yukarı tüm kahramanları bu yaş grubundandır. Ve lafı uzatmayan duru bir anlatımı vardır. Oğlak boş yere konuşmayı sevmez. Deneyimin, doğru sessizlikte anlaşılabilir olduğuna inanır. Onun için Salinger’ın anlatarak anlatmadıkları sarsar bizi.
Oğlak diğer konularda hele de birini aydınlatması gerekiryorsa geveze olabilir. Kendisini bir laboratuar gibi değerlendirmeye de kalkabilir ve öyle zamanlarda kalın ciltleri peşpeşe dizebilir. Mesela Simone de Beauvoir bunu yapan Oğlak’lardandır. İyi ki yapar bunu çünkü burada başka bir Oğlak özelliği ele verir kendini. Oğlak kendine zaman bırakan ilişkileri sever. Duygulardan çok fikirleri, hatta dış görünüşü önemseyebilir. (Bu ikincisi Simone de Beauvoir için geçerli değil, hayatını paylaştığı adam Cortázar, Camus falan değil, düpedüz Sartre idi.)
Ama Oğlak herkeste karamsar bir izlenim bıraksa da karanlıkla eğlenen bir burçtur. Çelişkileri diğerlerine zaman zaman anlaşılmaz gelir. Eh, hangi burç hem İsa’yı hem Şeytan’ı üyeleri arasına katacak kadar tuhaf bir espri anlayışına sahiptir ki? Bu yüzden Cicero, “Hiç kimse bir yıl daha yaşamayı ummayacak kadar yaşlı değildir,” derken aslında köhne gözükenin içindeki yaşam arzusuna dikkat çekmekteydi. Yılın hemen sonunda ya da başında doğuvermek, ölüm ve kalım hakkında düşünmeyi gerektirir ne de olsa!
* * *
Oğlak yazarları
E.M. Forster / Edgar Allan Poe / Rudyard Kipling / Isaac Asimov / J.R.R. Tolkien / Carlos Castenada / J.D.Salinger / Simone de Beauvoir

KOLTUKNAME'nin 20 0cak 2014 tarihli yayınından alınmıştır: http://koltukname.com/

16 Kasım 2013 Cumartesi

Kafka’nın Ruhuna el - Fatiha!


                                                                                                                              İdil ve Yasemin'e....
Pia! 

Dağların arkasında dünyanın bittiğini sanan o küçük kız çocuğu

şimdi büyüdü…

Erasmus programıyla gittiğim Kuzey Avrupa ülkerinin birinden,  Prag’ a gitmek üzere çıkıyorum yola. Küçük bir Avrupa turu olacak bu benim için. Oysa 36 numara ayaklarım için dünya çok büyükmüş, bilmiyorum o zamanlar. Havaalanlarında sabahlama, uykusuzluk, bel ağrıları,  yorgunluk, soğuk , uçak biletleri, shuttle saatleri  ve sonunda Prag. 

Sırf Kafka’nın baktığı yerden gökyüzüne bakabilmek için katlanıyorum onca şeye. Gittiğim her Avrupa şehrinde, sınıfa sonradan gelen bir çocuğun yalnızlığını paylaşırken, bu şehirde yerim çoktan hazır. Gözümde Prag, Franz Kafka ve onun hala oralarda olduğunu düşündüğüm ruhuyla özdeşleşmiş durumda. Evinin olduğu sokakta, sabahları evden çıkarken onu hayal etmek hiç zor değil. Bütün sokakları, caddeleri, sinagogları, Vlata Nehri’nin çamurlu suyunu, Karl Köprüsündeki heykelleri onun gözünden görmeye çalışıyorum. Yürürken, belki adımlarımız üst üste geliyordur diye heyecanlanıyorum. Aşklarını, acılarını, acziyetini, güçsüzlüğünü hissetmeye çalışarak arşınlıyorum sokakları. Aslında bu şehirde Franz Kafka, Hermann Kafka ve onun tüm çevresi hayatta. Sık sık kapanan hava, Hermann Kafka’nın ezici, boğucu, kudretli varlığını hatırlatıyor durmadan. Bu sırçadan şehri sallayan gökgürültüsü, Hermann Kafka’nın sindiren sesi. Şehrin ara sokaklarında onların ruhlarıyla dolaşmak, Café Louvre’de Kafka’yı karşına alıp karşılıklı çay içmek mümkün. 

Ruh halim ışık hızında değişiyor, durmadan dalgalanıyorum. Kafka’nın izini barındıran minicik bir şeyde heyacana boğuluyorum; gömülü olduğu Yahudi mezarlığında gözlerim doluyor. Franz, babası Hermann Kafka ve annesi Julie Kafka’yla aynı mezarı paylaşıyor, hala babasından kurtulamamış olmasına canım sıkılıyor. -Senin için üçüncü bir dünya asla var olmadı Franz, mezarında bile- diyorum içimden; Babaya Mektup’ta geçen şu sözlerini anımsayıp:
“…bu yüzden dünya benim için üç bölüme ayrıldı; benim, yani kölenin yalnızca benim için icat edilmiş ve asla bilemediğim bir nedenle asla tümüyle yerine getiremediğim yasaların boyunduruğu altında yaşadığı bir bölüm, sonra senin yöneterek, emirler yağdırarak ve benimkinden alabildiğine uzak bir ikinci dünya ve nihayet tüm diğer insanların, emirler ve itaatten bağımsız, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya…”   

Hermann Kafka’ya hınçlanıyorum kendi kendime. Bir babanın, küçük bir çocuğun dünyasını nasıl kararttığını düşünmek kanırtıyor düşüncelerimi.-Sadece Franz’ın- ruhuna Fatiha okuyorum mezarlıktan çıkmadan. “Tanrım!” diyorum sonra, “sen acı çeken kullarını yanına daha erken al. “



EŞLİĞİNDE OKUYUN! 



30 Eylül 2013 Pazartesi

KIZ KUŞU.

                                              lâ tahzen

Yükseklik korkusu olan bir kuştum ben o zamanlar
Ağzımda gökyüzünün özlemi
Sırtımda kanatlarımdan ağır bir pardösüyle yürürdüm.
Ellerimde yağmuru çağıran ıslaklık çoğalırdı.
Ağaç diplerinden nemli lalekovanlar toplardım sarı ellerimle.
Ellerim sarı,
avuçlarım mandalina kokardı.
Ellerimi çiğle yıkardım.

Annem körpecik bir kadındı
Geceleri ipe mısralar dizip balkonda kurutmayı
ondan öğrendim.
Gecelerimiz akşam sefası kokardı
Kibrit kutusunda akşamsefası tohumu biriktiren
bir kuştum ben o zamanlar
Acımı şiirle yamardım.

Özgürlüğü türkülerden dinlerdim en güzel
Aşkları şiirlerden
İnsanlar en çok filmlerde sevişirdi mesela
Fesleğen balkonumdan çok şiirime yakışırdı.
Hayalleri gökyüzüne sığmayan
bir kuştum  ben o zamanlar
Hayallerimi maviye boyardım.

Sanki yağmur hiç dinmese hiç mutsuz olmam sanardım
Bütün yarım şiirleri yağmurla tamamlardım.
İs kokan bir yastıkta uyurdum geceleri
Dilimin dönmediği dualar okurdum.
Allah babasına sığınan bir kızdım ben o zamanlar.

-Kuş olsak ilk ben vurulurdum.-
                                    innallahe meânâ.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Vasiyet.

ben / Milano-Venedik treni.
Benden geri bir ruj lekesi kalacak
bardağın kenarında
Ne kırmızı kadındı diyecekler
Nasıl bilirdiniz dediğinde imam
Kırmızı bilirdik diyecek cemaat
Hem de ne kırmızı!

Çocuklarına anlatacak geceleri anneler
Rapunzel'in saçlarını kesti
Roman kahramanlarını baştan çıkardı
Çok ah aldı diyecekler
İbret alın yavrularım.

Yağmur yağdığında hatırlayacak
beni seven adamlar
Ah! diyecekler
Belki sevmeseydi bu kadar yağmuru
beni severdi onun yerine
Ve sonra güneş çıktığında
başka kadınlar girecek hayatlarına
Bir yağmurluk saltanatım olacak.

Nihayetinde
Allı morlu kelimeler kalacak benden geri
rengarenk süs balıkları gibi.

Vasiyetimdir:
Kahve fincanında bıraktığım
kırmızı ruj lekesinde bulun beni.